Hadi sizinle Van’dan Hakkari’ye doğru bir yolculuğa çıkalım.
Van’dan yola çıktığınızda Kurubaş Geçidini tırmanır, iner, Gürpınar ovasında bir süre ilerler, daha sonra sağınıza aldığınız Zernek barajının etrafında birbirinden tehlikeli ve aracınıza adeta ralli yaptıran 32 virajlara gelirsiniz, tam tamına 32 viraj.
Dön babam dön.
32 virajı tamamladığınızda ovayı geçerken karşıdan Başkale görünür.
Başkale’den yola devam edersiniz, Hakkâri-Yüksekova yol ayrımına geldiğinizde kimlik, araç ve üst kontrolünden geçmek için Yeniköprü’ye varmışsınız demektir.
İnce bir aramadan geçersiniz.
Yeniköprü’den sola dönerseniz yol sizi Yüksekova’ya, aksi yönden Hakkari’ye götürür.
Hakkari’ye yöneldiyseniz sol yanınızda Zap Nehri eşlik eder size.
Ne güzel türküdür: Zap suyu derin akar, oy sinem mi sinem mi?
Biraz sonra sol yanınızda 1969 yılında Milliyet Gazetesi’nin başlattığı kampanya ile tam 15 köyü birbirine bağlayan bir asma köprü görürsünüz azgın Zap nehrinin üzerinde.
Gençlik Köprüsü’dür o.
Bir adı da ‘Deniz’in Köprüsü’dür.
Deniz Gezmiş ve arkadaşları da köprünün yapımında çalışmıştır bir süre.
O yüzden ‘Deniz’in Köprüsü’dür.
Köprünün yapımına başlandığı dönem, rahmetli şair ve gazeteci Şemsi Belli de meşhur Anayasso şiirini yazar ve bu şiir dillere pelesenk olur.
Gara dağlar gar altında galanda
Ben gülmezem
Dil bilmezem
Şavata’dan Hakkari’ye yol bilmezem
Gurban olam, çaresi ne, hooyyyy babooov
Bebek yaniir, bebek hasta, bebek ataş içinde
Ben fakiro
Ben hakiro
Dohdor, ilaç, çarşi, bazar tam- takiro
Gurban olam, bu ne işdir, hoooyyy babovv
Çonçiğ ağlir, çonçiğ ölir, geçüt vermiy zap suyi
Parasizo
Çaresizo
Ben halsizo, ben dilsizo, şeher uzah yolsizo
Bu ne haldır, bu ne işdir, hooyyy babooovvv
Gara dağda gar altında ufağ ufağ mezerler
Yeddi ceset hetim hetim Zap suyinde yüzerler
Hökümata arzeylesem azarlar
Ben ketumo
Ben hetimo
Ben ne biçim votandaşım, hoooyyy babooovvv
Şavatadan Angara’ya ses getmiiir
Biz getmeğe guvvatımız heç yetmiiir
Malımız yoh
Yolumuz yoh
Angara’ya ses verecek dilimiz yoh
Ganadımız, golumuz yoh
Bu ne biçim memlekettir, hoooyyy baboooovv
Yerin yurdun adresesin bilmirem
Angarada anayasso
Ellerinden öpiy hasso
Yap bize de iltimasso
Bu işin mümkini yoh mi hooyyy babooov
Yılmaz Erdoğan bir şiirinde der ya, “Yol sizi bir yere götürmez, o bir durma biçimidir”.
Yol zaten tek yöndür, sizi Hakkâri istikametine götürmektedir.
Yarım saat sonra sizi ikinci bir köprü karşılar sizi: Depin Köprüsü.
Burası da yol çatıdır.
Depin önemli yer, burada da ince bir aramadan daha geçersiniz.
Köprüye girmeden düz giderseniz Çukurca, sağa sapıp köprü üzerinden devamla yine bir keçi yolu ile Hakkari’ye varırsınız.
Hakkâri, Artvin’e benzer.
Doruklara kurulmuş kartal yuvasıdır adeta.
Sırtını Sümbül Dağı’na yaslamıştır.
Sümbül Dağı sahiplidir ha! Sahibinin tapu elinde fotoğrafını çekmiş röportaj yapmışlığım da vardır.
Benzersiz sümbülleri ve dünyada bir eşi daha olmayan, göbeğinden su akan ters laleleri vardır bakmaya doyulmaz.
Ters lalenin efsaneleri bitmez, ağladığı için gözünden yaş geldiğine inanılır.
Muhteşem doğası, endemik bitki örtüsü, Cilo Dağı, Berçelan Yaylası’na bakmaya doyamazsınız.
Hakkâri’de bir kebap yemeğinin adı Berçelan Kebabıdır.
Terör olayları nedeniyle yıllardır buralara çıkılmamıştır, bâkir doğası kıskanılasıdır.
Sizi bir yolculuğa çıkardım, ancak asıl amacım bu değil elbet.
Yüzlerce haber yaptığım Hakkari’de yaşadığım ve yadımdan çıkmayan bir olayı anlatmaktır amacım.
Yıl: 1989.
Doğu’da terör olayları tırmanıyor, şehitler veriliyor, çatışmalar tırmanıyordu.
Bazen yöre halkı iki ateş arasında kalıyor, insan hakları ihlalleri de yaşanıyordu.
Bunlardan biri de Hakkari’nin merkeze bağlı Yoncalı köyünde yaşanmıştı.
Hükümet, tırmanan terör olayları nedeniyle topladığı bakanlar kurulunda bu olayı da görüşmüştü. Başbakan yardımcısı Erdal İnönü, kurul çıkışında İçişleri Bakanı Abdulkadir Aksu’nun verdiği brifingden ikna olmadığını söylüyordu.
Yoncalı meşhur bir yer aslında.
Nasıl mı?
1982 yılında öyküsünü Ferit Edgü’nun, senaryosunu Onat Kutlar’ın yazdığı, Erden Kıral’ın yönettiği ve Genco Erkal’ın başrolünü oynadığı ‘Hakkari’de Bir Mevsim’ filminin çekildiği yerdir Yoncalı.
Hatırlayanlar hatırlar.
Tadına doyulmaz bir manzarası vardır, Hakkâri-Beytüşşebap yolu üzerinde sol yamaçta duran tablo gibi bir köydür Yoncalı.
İşte bu yüzden filme plato olarak seçilmiştir.
Şimdiki gibi yeşil perdede filmlerin çekilmediği, doğal mekanların kullanıldığı dönemden bahsediyordum.
Ne olmuştu Yoncalı’da?
18 Temmuz 1989 günü, Yoncalı köylüleri Süvarihalil geçidinin makilik kesimlerinde ağaç ve ot toplarken, bölgede operasyonda olan güvenlik kuvvetleri, onları terörist sanarak bulundukları bölgeyi çembere almış, köylüler korkarak kaçmaya başlayınca ateş açılmış Bünyamin ve Sabri Orhan olay yerinde, Şeyhmuz Orhan da hastanede ölmüştü.
Cesedi de hastane bahçesine atılmıştı.
Yaşananlar korkunçtu.
Operasyonun başında bir binbaşı vardı.
Ateş emrini o vermişti.
Olayı duyar duymaz Yoncalı’ya gittim.
Bünyamin Orhan öldürüldükten sonra yakılmıştı, köyde korku ve endişe hakimdi. Bünyamin Orhan’dan geriye, dizden aşağı sol bacağı ve sağ ayak topuğu kalmıştı. Köylüler Orhan’dan arta kalan bu iki ceset kalıntısını bir çuvala koyup kendi ifadeleriyle ‘emanete almışlardı’, fotoğraf çekme isteğimi ısrarla geri çeviriyorlardı.
Saatlerce dil döktüm, Nuh diyor peygamber demiyorlardı.
Bana güvenmiyorlardı, haksız da değillerdi.
Kime güvenebilirlerdi ki?
Oraya gidebilmek için Beytüşşebap minibüsüne binmiştim, ne amaçla oraya gittiğimi sormuşlardı yolcular, yol boyunca anlatmıştım.
Minibüs şoförü yaklaşık 4 saat beni bekledi, ‘sen bizim için buradasın, sana gurban olsun’ diyordu.
Tüm yolcular; Yoncalı halkı ve Orhan ailesini iknaya çalışıyordu.
Sonunda ikinci kanal etkili oldu, amacım ve neden orada olduğumu anlayan aile fotoğraf çekme isteğime olumlu yanıt verdi.
Olay yerindeki tek gazeteci bendim.
Haber özel haberdi.
Karşı tepeden sırtında bir çuvalla bir köylü göründü.
Yanımda durdu, çuvalı omzundan indirdi yere ve Kürtçe ‘işte bu’ deyip çuvalı açtı, kapkara, yarı yanmış bir bacak ve kömürleşmiş bir topuk duruyordu karşımda.
Hayatımda gördüğüm en dehşet sahnelerden biriydi gördüğüm.
“Çek hadi” dedi.
“Böyle olmaz” dedim, birisi bunu elinde tutarak poz vermeliydi bana, olayın vahameti ancak böyle anlatılabilirdi.
Korku dolu halktan kimse bu isteğime olumlu yanıt vermedi.
Öylece bakıyorlardı, bir bana bir ceset kalıntılarına.
Ben de elimde tutup poz verirdim, ancak beni fotoğraflayacak kimse yoktu, bu haberi riske edemezdim.
Beytüşşebap yolcularından biri ‘ben tutarım kardeşim, bu olay basında yer almalı, hesap vermesi gerekenler vermeli’ diyerek tuttu emanetleri, ben de ardı ardına deklanşöre bastım.
Bu yürekli kişinin kimliği belli olmasın diye ters ışıkta fotoğraflayarak yüzünü siyaha düşürdüm.
Yürekliydi ama başına ne geleceği belli değildi.
Onu korumalıydım.
İşim bitmişti, başarmıştım, Beytüşşebap yolcularına teşekkür ettim ve Yoncalı halkına başsağlığı dileyerek minibüse yöneldim.
Geceyi Beytüşşebap’ta geçirecek, sabah aynı minibüsle Hakkari’ye dönecektim.
Başka da ulaşım mümkün değildi.
Tam o sırada gözüme sapsarı örükleri, yemyeşil gözleri, beyaz eşarbı, beyaz saç tokaları ve kırmızı elbisesi ile dünyalar güzeli bir kız ilişti.
Elinde MG3 şeridi tutuyor ve ağlıyordu.
Yemyeşil gözlerinden yaşlar boşalıyordu.
Kim olduğunu sordum. Bünyamin Orhan’ın 8 yaşındaki kızı Nahari olduğunu söylediler.
Yaşadığı dehşet, yüzünden ve gözlerinden belli oluyordu, babası gözleri önünde öldürülmüştü.
Babasından arta kalan ceset parçalarını görünce tutamamıştı kendini garibim.
Titriyor, hıçkırarak ağlıyordu.
Gazetecilik hayatımda yaşadığım zor anlardan biriydi gördüklerim.
İnanın bana poz vermedi, yazı ekinde gördüğünüz fotoğraflar onun en doğal ve en içten halidir.
Beni fark etmedi bile.
Gözü babasından arta kalanların bulunduğu çuvaldaydı.
İçim parçalanmıştı.
Nahari’nin fotoğraflarını çektim, ben de gözyaşlarıma hâkim olamıyordum.
Bir çadırda toplaşan köylüleri de tabii ki.
Haber ve fotoğraflarım gazetem Hürriyet’te birinci sayfadan 8 sütuna manşet yayımlandı.
‘Gündemimizdeki Yanık Bacak’ başlığıyla.
Ankara karıştı, olay ülkenin bir numaralı gündemi olmuştu.
Başbakan yardımcısı Erdal İnönü, haberin ertesi günü incelemelerde bulunmak üzere olay yerine geleceğini açıklamıştı.
Alt manşette ise, ‘İnönü Nahari’nin gözyaşlarını silecek’ yazmıştık.
İnönü de gelmedi.
Resmi ağızlar ısrarla bu insanların terörist olduğunu iddia ediyordu, ancak hiçbir kanıt yoktu.
Bu iddia hiç de ispat edilemedi.
Olay, meclise taşındı, bir araştırma komisyonu kuruldu. SHP Hakkâri Milletvekili Cumhur Keskin, olayın ardını hiç bırakmadı.
Sonunda ne mi oldu?
Ne Nahari’nin gözyaşları dindi ne de olay aydınlatılabildi.
Binbaşı yargılanmadı ve komisyona gelip ifade dahi vermedi.
Olay kapatıldı.
Bu olayla bağlantılı mıdır, değil midir bilmem ama Cumhur Keskin de bir cinayete kurban gitti.
Yapanın yanına kaldı.
Nahari’yi, gözlerindeki derin acıyı, korku ve dehşeti yaşamım boyunca hiç unutmadım, unutamadım.
Bu haberle yılın gazetecisi ödülü aldım, ödül alırken Nahari’nin o allak bullak hali gözümün önündeydi.
Ödülümü Nahari için almıştım.
Keşke bu olay hiç yaşanmasaydı, ben de o ödülü almasaydım.
Hakkari’de Bir Mevsim o köyde çekildi ama, Nahari’nin çocukluk ve gençlik yıllarının geçtiği tüm mevsimler zehir oldu ona eminim.
Ne dersiniz? Bir film daha çekilmeli mi Yoncalı’da?
Nahari için, adalet için, akıttığı gözyaşları için.