Kar hep benim düşünsel hayatımda önemli bir yer tutmuştur. Daha hiçbir doğa olayı beni böylesine içten etkilemedi. Çocukluğumdan başlayan bir süreç bu. Memlekete ilk kar düştüğünde, o çıtır çıtır karların üzerinde ilk defa yürümek sanki bilinmeyen yerleri keşfe çıkmak gibiydi. Hele bir kaç gün hiç durmadan yağan kardan sonra gelen güneşli günde gözleriniz ışıl ışıl, ışılkar içinde yürümek ise cennetin başka bir versiyonuydu.
Altı yedi yaşlarında idim. Terminal Mahallesi'nde sırt sırta vermiş ikişer üçer katlı binaların birinde oturuyorduk. Annem ogün erkenden kalkmış yeni gelecek olan sobamız için hazırlığa başlamıştı. Israrla babamdan istediği kovalı sobasına kavuşacaktı. Öğlene doğru babam yanında çalışan biriyle geldi, sobayı kurdular. Babam ekstradan bir tanede yedek kova almıştı. Sobanın birde kuzinesi vardı, annem keyfine diyecek yoktu.
Soba kurulur kurulmaz annem ile kömürlüğümüze indik. Binanın küçük bahçesinde yan yana üç tane kömürlük vardı. Yazdan konk kömürümüz odunumuz hazırdı. Kovayı doldurup hemen yaktık. Heyecandan yerimde duramıyordum. Niye bu kadar heyecanlıydım ki? Çünkü annem çok mutluydu. Her hareketini özenle izliyordum. Önce kömürü, sonra üstüne odunu dizdi. Onun üstüne çıraları…Kibrit kutusunu elimde sıkı sıkı tutmuş bekliyordum. (Kibrit kutusu; Ne çok şey anlam ifade ederdi çocukluğumuzda. Ard arda geçirir tren yapardın. Taksi olurdu, uçak olurdu. Masanın ortasına bir su bardağı koyar bir parmak fiskesi ile bardağa sokmak... Daha sayamadığım bir sürü oyun oynardık. O kendi küçük, hayatımızda büyük yer alan sihirli kutuyla)
Ben yakacaktım, evet ilk ben yakacaktım. Özel bir andı bu... En üste, eski bir gazete yırtıp yerleştirdi annem.
Babam çok gazete alırdı, hele hafta sonları, bazen beraber bulmaca çözerdik. Babamla geçirdiğim en güzel, en özel anlardı onlar. Öğrenmeye açtım. Onun bilgisine hayran kalırdım. Annemin pek bilgisi yoktu. Babam bazen onu kızdırmak için sorardı:
- '' Eski dilde su ne demek? ''
- '' Su ,sudur vey, eskisi ne, yenisi ne! ''
- '' Ma, cahil ma...''
- '' Ben heç ele bişe duymadım. Demah senin gadar eski değilem! ''
Annem hiçbir gazete kağıdını atmaz, özenle destelerdi. Yazın kese kağıdı yapanlara satardık. Kışın ise sobayı yakmak için kullnaırdık. Kibriti yakıp annemin tarif ettiği gibi tutuşturdum sobayı. Sonra büyülenmiş bigi alevleri seyre daldım. İnsan ateşten nasıl etkilenmez ki? Hele o yaşta… Hem hayranlıkla, hem de korkuyla izlerdim alevlerin raks edişini...
Kömür tutuşana kadar ana-oğul gözümüzü ayırmadık sobadan. Küçük bir salonumuz vardı. Salonu bölen iki kapılı bir bölme. Soba iyice tutuşup narlanınca ortadaki kapıyı açtı annem, sıcak iyice yayıldı eve. Konk kömürü gibisi yoktu. Hem yavaş yanar hemde çok ısı verirdi. Kafana göre alamazdın konk kömürünü, herkesin istikakı vardı ve karnesi. Daha bahar yüzünü gösterir göstermez, önümüzdeki kışın kömürü derdi sarardı bizim insanımızı. İki tane büyük minder attı sobanın karşısına annem:
- '' Bura senin yerin. Tam Paşalara layık.''
Uzandım paşa paşa minderlere, elimden düşüremediğim kibrit kutusuyla... Kıpkırmızı kömürün narı, sobanın üstünde dızıldayan suyun sesi, büyük bir huzur, önce hayallere sonra uykuya. Uyandığımda bütün komşular bizdeydi. Ellerinden düşürmedikleri, el işileri, önlerinde limonlu çayları, bir muhabbet ki sorma.
'' El işisi olmayan kadına kadın mı denir anam...'' (Babaannem)
Hiç bitmek bilmeyen bir üretim, çile çile alınan yünler, kazaklar, içlikler, atkılar, eldivenler, örnekler havada uçuşurdu. Sülalede kimin yakında düğünü var ise herkes bir ucundan tutar; masa örtüleri, kaneviçeler, yatak örtüleri ne emeklerle hazırlanırdı...
Annem kovalı sobanın rahatlığını ballandıra ballandıra anlatıyordu;
- '' Ele rahat ki; heç bir derdi yok. Ahşamdan birini doldiriram, çıkart birini , koy öbürini. Hisinen pasınan işin yok. ''
- '' Abla kaça aldız? ''
- '' Vallaha heç bilmirem. Ama ele ucuz değil! ”
- '' Ecep taksitnen verirler mi? ”
- '' Bennam ahşam soraram ''
Birkaç ay sürdü sobanın muhabbeti, bize gelenler, bizim misafirliğe gittimiz yerlerde... Çok sürmedi birer kişer herkes kavuştu bu rahatlığa.
Külü bile zay olamazdı hani. Sabah tutuşturup elime annem kovayı:
- ''Git bah sokakta nere buz tutmuşsa oraya tök. Millet gayıp düşmesin...''
Dediğim yıllar, Erzurum'da 1978- 79 lar ...
Şimdi 2019'un İstanbulundayız... Azıcık kar düştü öğleye varmadan eridi gitti. Güvenlikli bir sitede, konbili bir evde, akşamdan ağaçların üzerinde kalmış kar kırıntılarını izlerken yazıyoyorum bu satırları.
Canım sıkılıyor. Bir kibrit kutum bile yok. Üstelik üşüyorum...