Mustafa DUMAN

Mustafa DUMAN

''Kötü Attık''

24.10.2018 22:29:00

Önce bir "mekân" lazım. Hususi manasıyla mekân. Evvela büyükçe bir odası ve sonra bir salonu olmalı. Gerisi nasılsa vardır. "Erkete"lere kolaylık bakımından zeminde olmaması tercih edilir. Emniyetteki havanın(!) sıkça değişebileceği hesaba katılarak parti, sendika yahut hiç değilse bir dernek tabelası şart değilse de ona yakındır.

 

 

Bir de "mekâncı" olmalı. Birden fazla da olabilir fakat ortaklık dışarıya karşı iyi; içeride sıkıntılıdır. Mekâncı için, "alem"de iyi kötü bir itibar ile şehrin her an bozulması muhtemel dengelerini gözetebilme kabiliyeti şarttır. Kolay değil. Mekânınızda sulu ve kuru içecek tüketilecek, kumar oynanacak ve bu hâl yıllarca devam edecek.

 

 

''Alem" dediğimizin esası rakıdır. Sair sulu içecekler pek rağbet görmez ve "istihlâk"ı da nadirattan. Cuma akşamı hariç, en azından umumiyetle ve pek çoğu için hariç, hemen her gün dersem abartmış olmam. Taşımak, itibar göstergesidir. Onların diliyle 'bozulmamak' lazım. Bozulmak dedikleri; cıvımak, sözünü bilmemek, davranışlarına dikkati kaybetmemek.

 

 

ikinci sırayı "kuru" alır. Kuru içecek, yani esrar. Alemde çok adı vardır ve esrar o adlar arasında değildir. Alemde çekmemiş olanının da müptelasının da pek az olduğunu ilave edeyim.

 

''Şebboy Sokak" alakası üçüncü sırayı, hatta çoğu zaman ikinci sırayı alır da burada bahsetmem doğru olmaz. İstanbul'da Yüksek Kaldırım'ı hatırlayın kâfi.

 

 

Alemin her meslek ve her zümreden mensubu, ihtimal dâhilindedir. Mensupların zengini, hâli vakti yerinde olanı, yoksulu, daha yoksulu, meşru kazananı, gayrimeşru kazananı, hatta kazanamayanı "büyükçe oda"da, aynı masada oturacaklardır. "Daha yoksul" ve kazanamayanlar için kendilerine mahsus dillerinde güzel adlar mevcuttur: Medder, zil, zümrüt vesaire. Anlamışsınızdır; zümrüt, züğürtten tercüme(!) ve tercümesi aslından güzel. Hele bir de onlardan biri söylerse bayılırsınız: Zümrüt bir kardeş.

 

 

Kavga yahut geniş manasıyla "vukuat" geçmişi aranmaz diyemem. Yumrukla, bıçakla, silahla, her türlü kavga alemdeki sicilinize işlenir ve niçin kavga ettiğiniz nasıl kavga ettiğinizden daima daha mühimdir. Hapishane geçmişi de aynı şekilde. Yüz kızartıcı olmamak kaydıyla, niçin yattığınızdan çok, nasıl yattığınız mühimdir.

 

 

Sakın bu söylediğimden, yüz kızartıcı suç işleyenler aleme dâhil olamazlar neticesi çıkarmayınız. Pekala dâhil olabilirler, tabii paraları olduğu müddetçe ve hep bıçak sırtında.

 

 

Mekânda büyükçe bir oda olacaktı ya. Ha. Şimdi o odaya masayı kuracağız. Mümkün olduğu kadar büyük ve yuvarlak bir masa. Etrafında altı, yedi, hatta bazen daha fazla oyuncu, yarım kol mesafesiyle oturabilmeli. Elbette yedekleri de mevcut bir fincan, bir çift zar, gergin bir örtü. Masaya sulu, bazen de kuru içecek servisi tabii mekândan da o iş biraz daha karışık.

 

 

Barbutun, ki bu ad alemde çok kullanılmaz ve genellikle "oyun" diye bahsedilir, esası masadakilerin karşılıklı olarak zar atmalarıdır. Oyuncunun önündeki paranın tamamına "posta" denilir. Dikkat ediniz, sadece masaya koyduğu paranın. Postanın bir kısmı ayrılıp biraz daha ileriye konulur ve onun adı da "şano". Karşıdaki oyuncu postayı tutandan öne konulan parayı azaltmasını, onların diliyle "Şanoyu serin tut" masını isteyebilir.

 

Bir not: Şanoyu serin tut ifadesi aynı zamanda fazla havaya girip uçanlar için, ayakların yere bassın, yahut mantıksız ve imkânsız şeyler söyleme manasına bir ikaz cümlesidir.

 

 

Geldik "mano"ya. Para, her el değiştiğinde onda biri "mano" adıyla mekâncıya kalır. Oyuncularda birkaçının şanslı yahut şanssız günlerinde masadaki, diyelim yüz bin liranın doksan bin lirasının sadece bir saat içerisinde manoya gitmesi mümkündür ve mekâncılığı cazip kılan da tam olarak budur. Eski mekâncıların milyon dolarlık servetlere sahip olduklarında bile illa mekân açma hevesleri de bu yüzden. Hoş bir Erzurum sözüdür: "Herama gınığmış itoğlit".

 

 

Oyun şöyle:Karşılıklı zar atılırken, zarı atan iki bir atarsa şanoyu; hep yek, dubara, dört cahar atarsa şano dâhil postayı kaybediyor. Yine zarı atan şeş beş atarsa şanoyu; düsse, dubeş,düşeş atarsa şano dâhil postayı kazanacak. Ancak taraflardan birinin "hepsine at" teklifini diğeri de kabul ederse iki bir ve şeş beş de, şano dâhil postayı kazanır veya kaybeder. Postalar denk olmadığında kazanç veya kayıp, az olanınki kadar. Kaybeden zardan düşecek ve kazanan, sıradakiyle karşılıklı atmaya başlayacak.

 

 

Zardan düşenin yahut oyuna dahil olmadıkları hâlde "büyükçe oda"da bulunanların "gider" etmeleri mümkün. Tabii zar atanların da. "Gider" şöyle: Zar atanlardan birinin eli olursunuz ve gider hususunda anlaştığınız kişi yahut kişilerden anlaştığınız meblağları kazanır yahut kaybedersiniz. "Büyükçe oda"daki herkesin, size karşı zar atan kişinin eli olarak "gider" ettiklerini düşünün. Kabul etmişsiniz ve herkese karşı atıyorsunuz. Müthiş bir kumarbaz prestijidir ve kimilerinin hayatına pek fazla benzer.

 

 

"İsteyene istediği kadar gider" beyanı, dışarıda belaya ve içeride itibar kaybına yol açar. Yapmayın veya yapın, siz bilirsiniz.
Mekân açmaya niyetlenmenizden korkmasam, gider de manoya tabi diyeceğim(!). Evet, gider de manoya tabi.

 

 

"Okuyucu"yu unutmadım, hayır. Sırasını bekliyordum. Nemettin ağabeyi. Çok severdik. En son haberini İzmir'den almıştım, inşallah selamettedir.

,
Çok eski zamanlarda, İslam fıkhı açısından Nemettin ağabeyiyi yazmayı hayal eder ve heyecanlanırdım.

 

 

"Büyükçe oda"da rakı, esrar, sigara. Duman, duman, duman. Masadaki zarlara göre sekiz, on; bazen on beş kişi kazanacak yahut kaybedecek. Üstelik bir kısmı, son parasını kaybedecek.İşte okuyucu o işi yapıyor. Ne geldiğini o söyleyecek ve herkes kabul edecek. Nemettin ağabeyi, alemdeki okuyucuların en meşhuru ve dürüstlük timsali bir adamdı. Oralarda ne aradığına en çok şaşırdığımız adam. Maişetini öyle temin ediyor. Zar okuyarak. Şanoyu veya postayı almayan ve dolayısıyla vermeyen zarları okumaz, sadece "yok bir şey" derdi. Arkadaşımla ben, hayran hayran bakardık. Buluştuğumuzda hâlâ kulaklarını çınlatırız ve arkadaşım onun tonlamasıyla "yoğ bi şe" der.

 

Nemettin ağabeyin mesaisi oyun "kopunca" biter. Yani gün ışıdıktan epey sonra. bazen sonraki gün de ışır, fakat onu boş verin.


Nemettin ağabeyi evine gider tabii de oradan kalkıp evine gidenler daima azınlıktadır. Bir kısmı çorbacı dükkânlarının erken müşterisi, bir kısmı da hamama. Evet, hamama. Hamam, onlar için otel vazifesini de görür. Göbek taşında terler ve sonra kabinde uyurlar. Öğlen, hatta ikindiye kadar. Gece yaşama hevesi, alemin büyüsüne dâhil midir, bahsine girmiyorum.

 

 

Unutmamalıyım: Mekân dağılırken para kaybetmiş olanlara ve sadece bu maksatla orada bekleyen "zil'' lere taksi yahut çorba parası vermek racondandır. Almamak itibara, teklif dahi edilememesi daha yüksek itibara işaret eder.

 

 

Sufilerin, "vecd" hâline kumarbazlardan örnek getirmesi boşuna değildir. Samimi ve hakiki bir kumarbaz için kumar nihayetsiz ve nihayeti arzu edilmeyen bir vecd hâlidir. Barbut ilave ritüelleriyle birlikte bilhassa öyledir. Sağ ellerinde fincan, sağ kollarını göğüsleri hizasında sallar, sallar, sallar ve zarları bırakınca göğüslerine öyle bir vururlar ki türküsü bile yakılmıştır: Göğsüme vura vura çürüttüm sol yanım ey...

 

 

İllet, kıllet, zillet. Hastalık, yokluk ve aşağılanma diyelim. Ne müthiş tecrübelerdir ve hepsinin en derini kumarda.
"Maalesef"siz söyleyemeyeceğim. Dostumuzu çok severdik ve çok kıymetli bir insandı. Eli açık, gönlü gani ve geniş çevresinde herkesin hürmetini kazanmış.

 

,
Memuriyeti sebebiyle ay içinde tahsil ettiği paraların toplamı maaşının yarısına denk. Güya maaşı alıp kapatacak. Maaşını aldığı gün kumara vermiş mi? Mekâncıya yalvarıyor. Zaten vermeye niyetli mekâncı, benim hatırıma vermiş olmayı tercih etti.

 


Bak ağabeyi dedim; namuslu, düzgün, hakikaten kıymetli bir adamsın. Dinini, kitabını seversen bir daha oynama ve yakınından bile geçme. Dozu düşük bir tehdidi de ilave edip uğurladım. 

 


İki ay filan geçmişti. Kapının önünde beni bekleyen mekâncı koluma girmiş sürüklüyor. Nereye yahu dedim ve cevabımı aldım. Meğer bizimki başka bir mekânda kumar oynuyor. Gitmediğimi, yüz yüze gelmediğimi söyleyebilirim de ne kıymeti var?

 

Yazı beni terk etti ve kendi bildiği istikamette gidiyor. Siz ve ben ona uymayalım: Kumar oynayanlar dâhil, alemdeki her fert kumarbaz değildir.

 


Neredeyse kırk yıl sonra ve bir kısmı da göçmüşken nasıl söyleyeceğimi inanın bilmiyorum. Tefecilikte karar kılanları ile ilgili mahrem meclislerde paylaştığım kanaatlerim, oralarda dursunlar.
Hayatla her karşılaşmamda hafızama kazınmış tecrübelerinden ve sık sık hayata bakış açılarından istifade ettim ve hepsini iyilikleriyle hatırlıyorum. Dostluklarını bozmadılar.Oturmasam da oturamasam da bugün bile hâlâ nerede olurlarsa olsunlar, benim için kurulmuş bir sofraları mevcuttur.

 

Buraya iki hatıramı dâhil etmem lazım. Güzel oldukları için diyeceğim, siz isterseniz metne vefa katma arzusu diyebilirsiniz.

 

"Büyükçe oda"lardan birinde sıkılan kurşunlarla yaralanmıştı. Tedavi süreci filan derken, sonunda zümrüt bir ağabeyi(!).
Kumanya ile restorana çıkacağız ve tabiatıyla kasa benim. Matematiğim iyidir ya(!). Çok fena kar yağıyor. Henüz tam iyileşmemiş bir adam, piyade gitmesi mümkün değil. Kasadan bir miktarını taksi parası olarak verdim. Oturuyoruz. Sigara çıkardı, komi koştu ve çakmağı ondan önce çaktı. Gözü artık komide. Göz göze geldiklerinde komiyi çağırdı ve taksi için verdiğim para, son parası bahşiş olarak gitti. 

 


Bunu yazmak hoştu yahu. Keşke bilen arkadaşlar, benim "son para" hikâyelerimi yazsalar. Hoşuma gitse ve bir kısmını inkâr etsem(!)

 

Üzerinden yirmi yıla yakın geçmişti ve en az on beş yıldır görüşmemiştik. Tekirdağ'da teftişe başladım. Cuma günü Ankara'ya döneceğim. Esenler'de bir firmanın yazıhanesine bakıyor. Perşembe günü yazıhaneyi arayıp telefona istedim: Son arabaya bir bilet yaz, bir iki saat önce gelirim; çay içer, sohbet ederiz.

 


Tekirdağ'dan Esenler'e geldim. Ömründe bir daha gitmeyeceği ve zaten gidemeyeceği mekânlarda ağırlanıp Ankara'ya dönemedim. Rahmet olsun.


...

 


Arkadaşım, gecenin amansız bir vaktinde buluyor: Silah lazım. Nunuğ ağabeyi, dürbünlü tüfek dâhil, bir cephanelik takdim edip, buyur diyor, beğendiğini al.
O gece, o silah attaya gidince...
Bir Browning tabancam vardı. Sadece benim için değil, hakikaten kıymetli bir silah ve son derece zarif. Kolay taşınır, kolay saklanır. 7.65 mermi, 12+1. Hem tek tek, hem de otomatik atış yapabiliyor. 

 


Silahı, attaya giden silaha karşılık olmak üzere, Nunuğ ağabeyiye götürdük. Başka şartlarda olsa almayacağı ve bizim de zorla veremeyeceğimiz silahı, sadece bizim delikanlılığımıza toz konmasın diye kabul etti. Bir silahtan çok daha fazlasını kazanmıştık. Ona da rahmet olsun.

 

 

Ne güzel mısraydı ve ne çok söylerdim: Ben sarhoş değilim; yol, sokak sarhoş. Canip abi "Kupa"yı işletirdi. Daha doğrusu, işletenlerden biriydi. Rahmetliyle birazcık "nizalı" tanışmıştık, fakat yakınımız oldu ve yakınımız olarak öldü.

 


Yolun, sokağın sarhoş olduğu bir gece bildik bir mekâna uğradık. O barbuta, ben işrete. Epeyce parası vardı ve tamamı gitti. Kupa'ya döndük, bira açtı, gözü telefona takıldı. Telefon, jeton yerine kullanılan ikibuçuk lira ile çalışıyor. Gözü telefonda da anahtarı bulamıyor. Sonunda kumbaranın olduğu kısmı kırdı. Yirmi, otuz, belki daha fazla ikibuçuk lira. mekâna döndük ve o ikibuçuk liraların tamamını posta tuttu. Şano mano yok. Şano ayıracak kadar para yok ki. İkibuçuk liralar işte. Normal şartlarda masaya bile almazlar. Karşı taraf kötü attı ve bu iyi atmaya başladı. Kaybettiği paranın, neredeyse yarısına ulaşmıştı ki "hepsine at"tı ve kaybetti. i

 


Hamama doğru yürürken sadece konuşmak ihtiyacıyla bana döndü: Ağa, dedi; köti attığ.


...


Kemal Tahir düşkünlüğümün en kesif dönemi. 1982 Haziran'ının sonlarına doğru. Ramazan. Üniversiteye kaydolalı sekiz ve kaydım silineli iki yıl olmuş. Tut ki sekiz yıl cezaevindeydin ve tahliye oldun, yeni bir başlangıç lazım diyerek kendimi ikna ettim. Sahurdan sonra, artık neredeyse ezberlediğim "Kurt Kanunu"nu tekrar okuyup tekrar bitirdim ve mesai başladığında Askerlik Şubesindeyim. Asteğmene, askere gitmek istiyorum ve hemen, dedim. Bak, dedi; seni şimdi gönderirsek devre kaybı olarak gidersin ki devre kaybı dünya kaybı gibidir. Haftaya gel, 2. Tertip gönderelim, yüksek okul terk göründüğüne göre böyle bir şubeye yazıcı falan olursun. 

 


Haftaya gittim; ne şube, ne yazıcı. 40. Piyade Alayı, Çavuş Talimgâh Taburu, Isparta.

Vedalaşacağım arkadaşlarım var, bir kısmı kaçak. Yurt dışına çıkacak yahut yakalanacaklar. Meçhul.


Yolcu edecekler arasında merhum arkadaşım da var ve onunla konuşuyoruz. Çocukluktan bu yana arkadaşız ve en çok o üzgün. Öyle ya, teknik olanları dâhil, bir fakülteyi bir ayda bitirebileceğine inandıkları "Arkadaş"ları. Onu teselli etmek için mi, kendimi müdafaa için mi bilmiyorum, yolun ve sokağın sarhoş olduğu o geceyi anlattım. İstediğim tesiri uyandıramamışım gibi geldi.

 

Erzurum - Elazığ, Elazığ - Ankara ve nihayet Isparta.
Adresimi bildirdiğim birkaç mektup yazmıştım ve merhum arkadaşımın cevabı gecikmedi.

 

Bir acemi er için hayli kısa bir mektup. Selam, kelam ve hâl hatırdan sonra sadece bir cümle: Bir kumarbaz cinnetiyle harcadığın hayatını ifade etmek için ne güzel iki kelime, "Kötü attık".

Yorum Yaz
Uyarı: Hakaret içeren Cümleler veya imalar, inançlara, şiddete teşvik yorumları onaylanmamaktadır.